dokunduğum herşey taşa döndü diyor yine bu adam. arabesk ruhuna kurban olduğum:)

creep

masa lambası ışığında sabahlanan geceleri hatırlatır. karanlığın orta yerinde. ama sıcak. hayallerle. iç burkuyor hala biraz bazen.
ilk cümlesini daha bugün anlamam ayrı.
geçen sefer buradayken sen diyormuş. gözlerine bakamadım. bir melek gibiydin. ağlatıyordu beni o an.
ben bu adam ağır arabesk diyorum. hala da diyorum.

hakkari'de bir mevsim

ekin anlattı.paylaştı.bir de burda olsun.

"gelsen ve görsen nasıl yaşadığımı, gelsen ve görsen bu insanları.sen beni tanıdığını ve beni sevdiğini beni beklediğini söyleyen sevgilim.sana fotoğraf çekip göndermemi istiyorsun, bugüne değin elime fotoğraf makinesini almadığımı bildiğin halde.ama akıllıca bir öneri akıllıca,etkili ve çağdaş.yetersiz sözcüklerle anlatacağıma çeker fotoğrafını yollarım.burası işte böyle gördüğün gibidir derim.işte burada yaşıyorum derim.çocukları anlatacağıma portrelerini çeker yollarım.kayalarda ve karda şahrem şahrem yarılmış pabuçsuz çorapsız ayakların, cüzzamlı ellerin fotoğrafını çeker yollarım.tozlu bürokrat masalarını.mahkeme duvarı gibi suratların fotoğraflarını,büyük azgın köpeklerin,çıplak ağaçsız dağların,çaresiz insanların yaşadığı bu soğuk yeryüzü cennetini, tezekleri tükendiğinde insanların kendi soluklarıyla ısındıkları bu dağ başı köyünün çekerim fotoğrafını yollarım.fotoğraf demek uygarlık demek.tüm bu uygarlıkların üstüne ettiğim burada bu çağdaş aleti kullanıp yüzlerce binlerce kare fotoğraf çeker yollarım sana.insanlık freksi başlığıyla sergiler ya da bir kitapta toplarsın.yalnız sana değil tüm tanıdıklarına uygarlığın ortasında yaşayan tüm insanlara da yollarım.duvarlarını bu güzel fotoğraflarla kaplasınlar,içinde bulundukları durum için tanrılarına şükretsinler,yatıp kalkıp yakarsınlar,adaklar adasınlar. yaşasın fotoğraf,yaşasın bunları bana yazdıran sevgilim, yaşasın uygarlık..."


izle. hakkari'de bir mevsim


o sıcaklık bir daha hiç gelmeyecek
diye düşünmenin acısı bile soğuk

john berger, fabrika adlı şiirinden. not: çeviri şiiri herzaman katletmeyebiliyormuş. içine dokunuveriyor insanın.


biz gibi

bize geldiler bayramda. anneme benzettim çok. genç yaşta evlendi. kocası babamla aynı işi yapıyor. kendisi evde. çocuklarını büyütüyor. tıpkı annem gibi. gencecik. gurbette dolaşıyorlar. tıpkı bizim gibi. yoldalar sürekli anladığım. bizim gibi. çocuklarını gördüm. geçerken bize uğradılar. sabırsız bekliyorlar arkadaşlarını göreceklermiş. tıpkı biz gibi. biz de beklerdik heyecanla ayrıldığımız artık hangi şehirse oraya bir tatilde geri varıp kikir kikir kaynaşmayı bizi bekleyen can dostlarımızla o zaman. ne maskaralıklar sonrası. işte onlar annem ve babam gibiydi. çocukları da biz gibi. dolaşıyorlar orası burası. esas tam adlandıramıyorum birşey hissettim işte biz gibi derken onu diyecek oluyorum da diyemiyorum tam. o saf, köy gibi kokuyor samimiyet. hüzün bi de. hepsi annemden geliyor aslında. gencecik. körpecik. güzel yüzlü ve bembeyaz teni. gün değmemiş gibi. uzun. zayıf.  iki çocuk var. doğuda. yalnız hissediyor galiba. gelinliği babaannemin, dedemin, amcalarımın, halamın yanı ne de olsa bir de ben varım tabi babam da. sonra bir ben bi babam bi de bebek o zaman küçüğüm. uzakta. acaba ne hissediyor? az büyük olaydık diyorum. ondan hüzün de, gerisi de.

yıkmak diyor kadın öyle mi?

saatlerce izleyebilirmişim oysa.
 pencereden bakmanı. sakin.
 yağmura heyecanını. iş bi varlığı olsa da koşsan sımsıkı sarılsan. o kadar. hoş ıslanmak da aynı şey.
  neyse ne diyordum
bi an ama sadece bi an kendini kaybedip dünyanın en ciddi konusundan bahseder gibi
ne bileyim metrobüs duraklarını filan anlatmanı izleyebilirmişim gibi düşündüm geçen gece.
el olması ağır.
hoş ne zaman el değildin diye bi sor tabi.
dünya nasılsa öyle
yaşıyoruz öyle ya da böyle demeni dinleyebilirmişim
insana uğraştığı herşeyi bomboş hissettiren iki üç kelimeyi
gerisi noolsun işte.

bu yazı biraz hüzünle yazıldı. ama saf hüzün gerçekten.
aklım sırrım eremiyor bazen. bazen de erdi zannediyorum ya.
yıkmak diyemiyor henüz kadın. işleri var. dünyevi. bir halletse dönüp kendine yıkıverecek dağıtacak ne bulduysa da henüz diyemiyor. ara ara böyle şeyler oluyor işte. mühürlü derinlerden çıkıyor hüzün. kaçamayacağım artık. orayı geçtim. üzsün. üzsün ki geriye daha da üzebileceği birşey kalmasın.
    en sonunda sade ve mutlak olan kalınca.
                    varlığı sorgulanamayanından bahsediyorum.
                                       ne sen dokunabilirsin ona artık ne de ben.
               eksiltemeyeceğinden
   çoğaltamazsın da.
o zaman.
      sonrası
               iyilik olur güzellik olur
                                         ne olsun.


*yıkmak diyor kadın marguerite duras'ın bir romanının adı. 

narla incire gazel

ne güzel bir adı var değil mi? ne güzel. içi de adı kadar güzel.
esmea.
al bunu. kalbimin en derininden çıkardım gibi sana veriyorum.
bir tane kalmış o da senin.
neden bu kadar en derininden bilmiyorum. al.

antakya

amca yanından ayrılasım gelmedi. seninle durusam sanki oranın havasını senle birlikte. oralarda dolandım bi süre. beni de götür. parmağın diğerinin üstüne binmiş. gözlerin az görür. hasırı örerket olmuş zağar. eniştem örerket der. gelirket. giderket.
hakkında konuşmaktan rahatsız olduğun şeyler hakkında konuşma madem. konuşması rahatsızlık veren şeyler oldu. eskiden rahatsızlık vermesi gerektiğini düşündüğüm için, biraz yapmacık. şimdi gerçekten rahatsızlığın ta kendisi olduğumdan diye bence. o kadar ki ta midemin üstünden geliyor. (bu mide üstü de amma mübarek birşey oldu!?) mülksüzlerde shevek'in dediğini yazasım geldi. devrimi satın alamazsınız. devrimi yapamazsınız. devrim olabilirsiniz ancak. birşeyi olursan ancak onu gerçekten yapabilirsin gibi birşey anladım ben bundan. burayı okuyunca bi durdum. devrimi yaparsın işte devrim nasıl olunur ki? ta ordan (ki oranın neresi olduğu herkesin kendine malum bence) gelmedikçe devrim yapamazsın kimse dayatamaz sana birşeyi. kendin bile dayatamazsın. birşeyi yapmayı istemek değil taa içinden o olmak gibi. bir şeyi hissetmek değil o olmak gibi. hissetmek bile onu dışlaştırıyor sanki. ben'in dışında birşey kılıyor. hissetmezsin. öyle olursun ve herkimsen biliyorum o herneyse o olduğun anı biliyorsun. anlatmak çok zor. mülksüzler ursula le guin'in kitabı. hararetle öneririm işte o kadar.

eğitim

buzağıyı bahçenin bir yanına bağlamışlar anne ineği diğer yanına. anne içli içli bağırırmış. öyle anlatıyor arkadaşım. niye bırakmıyosunuz gitsin demiş. emzirsin. yok demişler. o zaman yanından hiç ayrılmaz. olanca sütünü buzağısı emer bize kalmaz demişler. insanlar. eğitimmiş, evcilleştirmeymiş. öyle demişler. akşam üstü çözmüşler ikisini de emzirme saatinde bir yalıyor bir yalıyor annesi buzağıyı diyor arkadaşım. heryanını. özlemiş nasıl. eğitim lazımmış bize süt versin diye. -uçak havalandı!uçak havalandı!uçak havalandı!uçak havalandı! -tamam bağırma! bağırmana gerek yok. -ama uçak havalandı!..diye son bir söyledi çocuk az daha kısılmış ve az daha heyecansız sesiyle. bu da böyle birşey işte. sağlıcakla kalın.
seni buraya getiren yalnızlık mıydı/kırık ve yordun/yorgunluğun muydu seni uykuya götüren/konuşma isteğini mi yitirdin/dünya dönüyor muydu/sen yere mi düşüyordun/dünya altüst olunca/ne yaptık diye tanrıya mı yakardın
bu zincirlerden kurtar beni/ yolumu değiştirmem lazım/kanatlarımı iyileştir/ uzaklara uçamam lazım
seni ağlatan boşluk muydu/ daha fazla sır kalmadı/ acı mıydı sana günahlarını affetmen için zaman veren

burada

mutluluk mutluluktur

minibüsteyim eve gidiyorum. keseden gitmeye otobana saptı. bu çok nadiren olur. şanslıysan denk gelirsin. o anki mutluluk anı.  biliyo musun öyle küçük şeyler vardı eskiden beni mutlu eden. minibüsün keseden gitmesi gibi. ya da annemleri evden yollayıp ve ders çalışıcam diye evde kalıp saatlerce peşpeşe filmler izlemek. veya saat sekizden önce eve koşa koşa gelip televizyonda diziye yetişmek gibi. istanbul'da standart bi apartman dairesindeki küçücük odamda açık pencereden doğru sanki bir avluda ötüyormuşçasına yankılanan kuş seslerini dinlerken, az evvelki diziden özenip kendimi antakya'da avlulu taş bir evin odasında hayal etmek gibi. eve gelirken cips kola almak da olabilir. bu da böyle işte. 

papağanlar ve huzur

arka bahçede papağanlar var. istanbul'un göbeğinde arka bahçede yeşil papağanlar var. seslerini duyuyorum oturduğum yerden.

gerçeğin çölüne hoşgeldin

son günlerimin temasını özetler.  -geliyo! geliyo! -welcome to the desert of the real. -matrix! matrix!  -bebeğiim!  (çak!)

bu meditasyon işi canım

bir gün bir kadın meditasyon öğrenmeye uzakdoğu'da bir yerlere gidiyor. belgesel yapmış, izledim.

şu aralar durumumu düşünmekteyim. aklıma o belgeselden öğrendiğim nadide bilgiler ve yaşadığım mini deneyim geliyor.

sadece oturuyorsun. gözlerini kapatıyorsun ve de. ne aklına gelen şeyleri düşünmek için ne de yeni düşünceler çağırmak için bir çaba sarfediyorsun. bu mümkün oldu bir 15 dakikalığına. şu sıralar gündemimde hayatımın bu 15 dakikaya dönüşebilir olup olmadığı sorusu var.

kendim düşünmek istediğim için birtakım şeyleri düşündüğümü farketim. özellikle acı veren bir düşünce varsa. bir yandan sanki onu düşünmezsem o düşünceye ya da onu yaratana ya da belki tüm benliğiyle onu düşünmek ve o acıda boğulmak isteyen mazoşist tarafıma ihanet gibi gelmekle birlikte aslında parçalarcasına düşünmemenin, yarattığı boşluğa rağmen olası olduğunu farkediyorum.
duruyorum sanki. aslında birkaç gündür durmaya çalışıyorum sadece. süper başarılı olduğumu söyleyemem ama bir takım düşüncelere ve hislere hayatı yırtarak, hırsla tutunmaya çalışmanın yorgunluğu ve tekrar o duruma girme korkusu yalnızca durmanın rahatlığına doğru salıyor beni. zaman zaman.

sisli, biraz da serin  ve sessiz mi sessiz bir boşlukta ve dahi kendi iç sesin bile olmadan ne gelirse onun frekansında öylece salınmak gibi. 
şu an hissettiğim mutluluk mu diye düşündüm o gece. hayır başka.

geçen bir arkadaşım hayattan beklentin ne diye sordu. cevap veremedim ilk. hem gergindim hem epeydir düşünmemiştim.sonra tekrar sordu birazdan. huzur diye çıkıverdi ağzımdan. ezberdendi bu cevap. eskiden düşünmüştüm sanırım. epeydir bırakmışım düşünmeyi. ne zaman bıraktım bilmiyorum. 
huzur neydi ki zaten? 
geçici olduğu aşikar. belki birkaç saat. ama azıcık bildim ki huzurmuş, yalnızca sakin sakin  uyuman yanıbaşımda sabaha kadar.

diş fırçası ve sakız

biri diğerinin sakızını eline almış. sonra ağzına atmış. tanımıyor onu pek. anlattı, ağzında kocaman bir sakız.
konuştuk. bir sürü kişi var masada. sevdiğin birinin sakızını mı alırsın yoksa herkesinkini mi alırsın diye ve bunun gibi birçok şeyi. ben çok sevdiğin birinin sakızını çiğneyebilirsin diyenlerdenim ama bir yandan da orada herhangi birinin sakızını almam gerekse yapacaktım herhalde diye düşünüyorum. kendim için yapardım. gerekmedi.
çok geçmedi. iki hafta üç hafta. 
eyvah dedim diş fırçamı unuttum! e benimki burda dedi.
baktım. baktı.
bi saniye bile düşünmedim kullanmamayı.

olan ne biliyor musun, aranda olmadığına neredeyse emin olduğun bir incecik duvarın daha eriyip gitmesi. sevdiğin-sevmediğin meselesine gelince..azıcık hile yapmış olabilirim ;)


bazen öyle bir hal alıyor ki gözlerin
bugünkü de öyleydi.
derin ki nasıl.
taa en dipleri görüyorum sanki.
etraf yeşilse, güneşli ve hafif gölge

fil ve mezarlık

seni düşünüyorum
kocaman koltuğunda oturuyorsun
yaza meydan okur bir bahar gününde
yüzün pencereye dönük elinde bir defter
pencereden bakıyorsun yeni silinmiş
bir fil çiziyorsun, öncekilerin yanına
yine bakıyorsun ara ara pencereden dışarı.
belki biraz dalgın, kesin ışıl ışıldır gözlerin.
 belki gün ışığı vuruyordur bulutlara o ara
 belki mezarlığa derin gölgeler inmiştir.
bu sabah yağmurla uyandım. sarı çatıya vuruşuyla.
ne hissedermişsin yağmuru meğersem. geçen anlatmıştın onu hatırladım. heyecan hayranlık ve mutluluk çınlayan sesin. gece bi yağmur yağdı dedin.

sabah yağmur yağdı. sesini dinledim gözümü açmadan. odanın loş karanlığında.
kokun vardı. giysilerin kitapların el yazın. özenle asmıştın yine gömleğini duvara. ve mandalina.
duvarına bir çiçek çiziverecektim küçücük. yapmadım.
yatağını yapıp çıkmışsın evden. aynen yaptım.
camını açtım.
son bir nefes aldım derin. son bir baktım.
kapıyı çektim.
çıktım.
önden gül vardı. sonra beyazın yanına yaraşır dedin nergisi verdin.
bir çay bardağındalar şimdi , yanıbaşımda.
bakıyorum.
seni ne çok özlemişim. bütün gün yüzüne bakabilirdim.

seni sevmek

bir arkadaşım dedi -diyeceğini dedin gerisi edebiyat diye. okuyorum şimdi Nancy yazmış.

(sana) "seni seviyorum" demek.
bunu samimiyetle söylediğimiz zaman en içten/en mahrem olana dair söylenebilecek olanı açıkladığımızı biliriz.

"seni seviyorum" mutlaktır.

sımsıkı tut sımsıkı


eğer kendimi bıraksam
yağmur olabilirdim yağardım
kasım'da çınar olurdum
yaprak yaprak dökülürdüm
kalbimi sıkı tutmasam

döküp saçıp boşalsam
içimde yükselen şiiri
kaldırımlara döküp harcasam

attila ilhan demiş. ne de iyi demiş.

ayrılık

ayrılmak gitgide giitgide giiiitgide zorlaşıyor.

kelebekler

yazık. bir kelebeğin kanat çırpmasına bile izin vermiyorum yüreğimde. arada bir kıpırtılarını hissedecek oluyorum. susturuyorum hemen. öylece duruyorlar sessiz sedasız.

keşke yalnız bunun için sevseydim seni*

bugün tatlı bir dükkana girdik. eğri büğrü yontulmuş kaya gibi kalpler var seramiklerdi kuvvetle muhtemel. üzerlerinde harfler. gözlerim senin baş harfini buldu hemen.
baktım
sana bakar gibi.
acaba ben nerdeyim diye düşündüm bir nice sonra. bakındım.

bugün, o dükkanda, adlarımızın başharfleri yanyana duruyordu.
keşke yalnız bunun için sevseydim seni*.

 *derdi cemal süreya olsa.
yine ciğerimin üstünde kaldın. yumruk gibi. nefes alamıyorum. seni aramak düştü gönlüme. arasam şimdi bir hafiflerim biliyorum. arkadaşlarımı arayayım diyorum. yok. sadece sesini duymak için arasaydım. aslında bişey demicektim sadece aradım.

benim yerime de ağla

gozyaşının gözünden çıktığı anı gördüm az önce ağır çekimde gibi döküldü. sildin. hala ağlıyorsun. ben de ağlasam dedim. sessozce gözümden dökülse rahatlasam belki. 
seni tam bir gündür görmüyorum. sanki asır olmuş.

aşk

dün mavi ışığın altında. masmavi öyle vuruyor yüzüne. o kadar güzel gülümsüyordun ki uzakta. durdum. baktım.
mavi ışıkların altında
farketmediğin bütün o anlarda etrafında dolanır durur aşk.

balık

artık kendimden sıkıldım. (ha yeni yani demen lazım bence). düşünmekten. sonra toplum içinde seni aşk üzerine konuşturmaları ve benim hepsini kendi üstüme almam. senin aşık olamadığını söylemen ve benim eeh yeter be amma konuştunuz aşk nedir diye amma abarttınız diye bir haykırasımın gelmesi ve susmam. sevgilisinden ayrılan çok sevdiğim ve sevgilisini çok seven insan. ona her edeceğim lafta sana gönderme yapıyor gibi mi oluyor ki ne diye kafa patlatmam. yine de duramayıp sevilmediğine üzülme sen esas sevebildiğin için şanslısın.. diye alıntılar yapmam. söyledikten sonraki can sıkıntısı. seni eleştiren birine sözünün son kelimesini tamamlayarak katılmam. hiç öyle düşünmüyorum aslında. ama söylemiş bulunmama ne dersin? içim içimi yiyor şimdi. buna ne diyeceksin.
sus bence ya. yine sus bence.
hiçbiryerde.
boğaz yine o donuk turkuaz rengini almış. bu sefer heryer kar. biryere gitmem gerekmiyor ama gidiyorum.
o zaman aralığında hiçbiryerdeyim.
bazen böyle oluyor.

It's like I'm falling out of bed From a long, weary dream The sweetest flowers and fruits hang from the trees Falling off the giant bird that's been carrying me It's like I'm falling out of bed from a long and vivid dream Just exactly as I remember Every word Every gesture I'm a heart in cold ground Like I'm falling out of bed From a long and weary dream Finally I'm free of all the weight I've been carrying Every woman blows her cover In the eye of the beholder I'm a fish now out of water Falling off a giant bird that's been carrying me I fell open I laid under At the tip out I was just a number I wanna slip it over And get back under And if you think this is over Then you're wrong If you think this is over Then you're wrong (Wake me up, wake me up)If you think this is over Then you're wrong If you think this is over Then you're wrong (Wake me up, wake me up) Like I'm falling out of bed from a long and weary dream Finally I'm free of all the weight I've been carrying When I ask you again When I ask you again Wake me up, wake me up

sana söyleyeceklerim olduğundan..

dün yine seni rüyamda gördüm. çok gerçek gibi gördüm. uyandığında hala acaba gerçek miydi dersin ya öyle rüyalar vardır onlardan işte. hafiften pembe dizi misali. gerçek olmadığına sevindim.
bir konuşsak artık. sana söyleyeceklerim varmış birikmiş.
mesela kar 3 gündür kesintisiz yağıyor. durdu desen iki üç minik tane uçuşaraktan yağıyor. pervasızca yağdı. heryeri kapattı. evde kaldım günlerdir. çalışıyorum, toparlıyorum dermişim.
bizim karşı parktaki yokuştan emaye tepsisini alan üstüne oturup kayıyor çığlık çığlığa dermişim. gece bile o sessizlikte kendi kendine poşetiyle bağıra güle kaymaya çalışan kızı anlatırmışım mesela.
kuzenimi yeni anladım dün. ailecek çekingen, ne yapacak bu kız bu sessizlikle denilen o sakin kızın, meğersem okulun her hinlik başından çıkan yumurcağı olduğunu anladım. ne sevindim sorma! arkadaşlarından birisi bir kızım olursa senin gibi yetiştireceğim demiş! onu dermişim mesela.
sonra sen napıyorsun diye sorarmışım. o ne yaptı, bu ne yaptı diye de.

sarı

benim sonbaharım

Bolu Dağı'nın önü Bolu Dağı'nın ardı
Kar başladı fosforlu sonbaharın üzerine
dağın önü sonbaharın envayi rengi. sarı turuncu açık sarı koyu sarı kızıl kızıl kahve
tek tek sayarsın yaprakları
bulut inmiş üstüne
puslu üstten üstten puslu
dağlar katman katman yola dik ardı ardına uzanmış önümde

sonbahar gözümü kamaştırdı
benim sonbaharım Bolu Dağı'nın önünde kaldı.

Kar

Kar yağıyor. Sessiz ve sakin. İçimi yakar gibi yağıyor. Yolları kapadı. Bakmaya dayanamıyorum. Boğazım düğümleniyor. Sabaha kadar izle madem diyorum belki geçer. Yok. Bence bu güzellik fazla gelen. İçim taşacak sanki, o dayanamadığım.
Sessiz.
Oturdum izliyorum artık. Yapacak birşey yok.
Bence bu az görmekten değil. Onu düşündüm de. Az gördüğünden sebep sevmek değil. Kars'ta da yaşasam yine severdim ben seni biliyorum. Seni de severdim. Yine el ayak değmemiş yumuşacık yerine bırakıp kendimi, öylece sana karışmayı beklemeyi isterdim. Sessizce. Buz gibi. Yavaşlarken ben ve herşey. Seninle bir atmak isterdim. Biliyorum.

günaydın çalışmam

ışıl ışıl parlayan gözlerinle bakıyorsun yukarıdan. gözlerini almadan. kırmızıların arasından.
seni gördüm, kocaman bir gülümsemeyle bir günaydın dökülüverdi ağzımdan. GÜNAYDIN! dedim en coşkulusundan. nar çiçeğinden kırmızısından.

bir yıldız daha düşmüş

yıldız geceyi aydınlatır mı aydınlatan ay mıydı? 
yere bir yıldız daha düşmüş 
bu sefer aldım elime 
sımsıkı avucumun içinde 
batıyor sıktıkça 
bu yere düşmüş gördüğüm ikinci yıldız..
sen ay mıydın?

daphne | defne

daphne'ye.
apollo'yu sevmez dapne. annesi tanrıçaya yalvarır ki beni kurtar elinden diye apollo peşinde, kaçarken. tanrıça kızını duyar.
onu oracıkta bir defne ağacına çevirir.
ellerinin uçları yeşillenir. incecik parmakları incecik dalları oluverir defnenin.körpecik yapraklar ışkınlanır ellerinde.

öylece kaldım güneşe gölgeye yaprağa ota toprağa rüzgara öylece kalakaldım

Güneş yüzüme yüzüme geliyor. Hava açık. Bulut yok. Serin.
Hiç ses yok.
Azıcık rüzgar bir de daha dökülmemiş yaprakların hışırtısı.
Saçlarım.
İyice hafif kızıla çalan açık kestaneye döndüler artık. Gözümün önüne önüne tel tel uçuyorlar yavaşça. rüzgarla. Zaman yine durmak üzere.
Bir yandan da kirpiklerime vuran güneşin pırıl pırıl haleleri. Arada bir de nefesime karışan mis gibi limon çiçeği kokusu.
Hayat! Ne güzelsin böyle bir zamanda.





Su titriyor. rüzgara kapılmış.çimlerin üzerinde sürüklenen yapraklar.
tüm yavaşlığıyla seyrediyorken dünya.